9.BÖLÜM: MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ
-Firuzan, daha ne kadar böyle bekleyeceğiz?
Gözlerimi diktiğim kaldırım taşından kafamı kaldırarak Tevfik'in yüzüne baktım. Gözleri kan çanağına dönmüştü.
-Uykun geldiyse uyu Tevfik. Kim dedi sana benimle birlikte bekle diye?
-Yok uykum geldi diye demiyorum da saatlerdir böyle sustuk kaldık. Kaldırım da soğuk. Güneş doğdu doğacak, bugün gelmeyecekler belli ki. Sen de daha fazla burada böyle oturmasan mı artık?
-Nerede bekleyeyim Tevfik? Beni Darülaceze'nin kapısından içeri bir daha sokmazlar. Her yeri alt üst ettim, herkesin ağzına sıçtım. Kaan'lara da gidemem. Onların kendi dertleri yetmezmiş gibi bir de benim babamla uğraşmasınlar. Akın da hasta haliyle yine delikanlı adam rollerine girecek, hiç çekemem inan ki. Gelecekler ama bak gör. Yaşlı başlı kadınla ne işleri olur o soysuzların? İllaki benim için gelecekler.
Tevfik'le oturduk yıllardır kaçtığım adamların yolunu gözlüyoruz gecenin köründen beri. Çünkü ben arayıp da babamı bulamam. Elimde ne adresi var ne başka bir şey. Ama o beni bulur. Belli ki zaten beni bulmanın peşinde. Ben de teslim oluyorum işte. Darülaceze'nin yan sokağında kabak gibi oturuyorum. Ne gelen var ne giden, böyle olduğunu bilseydim saklambaç oynamazdım yıllarca bu heriflerle. Yanım da bir de eşlikçim var, kendileri filozof olur. Darülaceze'de ortalığı birbirine kattığımda beni sakinleştirmeye çalışarak dışarı çıkardı, üstüne bir de herkesten özür diledi. Bunun üzerine kendisini epey hırpaladım. Hiç hak etmediği laflar ettim, sinirimi ondan çıkardım. Sakinleşince de bu yaptığımdan utandım. Özür dilemedim. Özür dilememi bekler gibi bir hali de yok. Önce kafamı toparlamam için beni biraz konuşturmaya çalıştı. Ben cevap vermeyince susup öylece yanımda oturmaya devam etti.
Tevfik benden ne istiyor bilmiyorum. Bir insanın hiçbir çıkarı olmadan bu kadar iyi olmasına ihtimal var mı? İlk zamanlarda herhalde bana yazacak bu herif diyordum. Yapmadı. Benimle ilgileniyor mu bundan bile emin değilim. Bazen gözlerime bir tuhaf bakıyor. Sonra aynı bakışı Akın'la konuşurken de görüyorum gözlerinde. Olmayacak yakıştırmalarda bulundum herhalde diye yine kendimden utanıyorum. Tevfik'e soracak olursanız hayattan beklentisinin kalmadığını, artık hiçbir şey hissetmediğini söyler. Ben sokakta kendinden vazgeçmiş olan çok insan tanıdım. Hiç birinde Tevfik'in sahip olduğu ışığı görmedim. Tevfik'te akıl almaz bir şeyler mevcut. Bu "bir şeylerin" ne olduğunu henüz çözebilmiş değilim. Hayat enerjisi midir, insan sevgisi midir, yaşamak isteği midir bilmiyorum. Sadece bu adam kendisini olduğuna inandırdığı kişi değil, onu biliyorum. Sürekli kendimden utanmama sebep olmasından hoşlanmıyorum. Tevfik'in iyiliği bana dayanılmaz geliyor. Sanki benim içimde bazen zihnimi ele geçiren bir şeytan varmış ama onda yokmuş gibi. Bu şeytan çoğu zaman beni korumayı çok iyi beceriyor, Tevfik'in karşısında ise onu nereye saklayacağımı şaşırıyorum. Bir yandan burada benimle birlikte usanmadan, soru sormadan öylece oturmasını seviyorum. Diğer yandan sürekli yapacağı hatayı bekliyorum. Hiç kimse böyle çıkarsız iyi olamaz. Eninde sonunda bir şey yapacak.
Uzaktan takım elbiseli iki adamın bize yaklaştığı göründü. Ayağa kalktım. İçi geçmek üzere olan Tevfik hareketimi fark edip ayaklandı, önüme geçti. Adamlardan biri önümde siper olmaya çalışan Tevfik'i görmezden gelerek doğrudan bana "Geliyor musun?" dedi. Kafamı sallayıp öne doğru adım attım. Tevfik bileğimden tutunca adamlardan biri Tevfik'i ittirdi. "Misafir beklemiyorduk yalnız." dedi. Bana dönüp arabaya binmeden önce üstümü aramaları gerektiğini söyledi. Gözlerinin içine bakıp bana dokunacak olurlarsa dünyayı başlarına yıkacağımı söyledim. Belimden çakımı çıkarıp tutması için Tevfik'e fırlattım. Beni merak etmemesini, bir saate annemle birlikte Kaan'ın evine geleceğimizi söyledim. Ne mutlu ki benim lafıma itiraz etmeyecek kadar akıllı bir adam.
Araba yolculuğu sessiz geçti. Bana karşı beklediğimden çok daha saygılı davranıyorlar. Muhtemelen babamın emri altındalar. Daha önce oynadığımız saklambaçlarda pek böyle sakin değillerdi. Bir evin önünde durduk, kapıya kadar benimle gelmelerine gerek olmadığını söylediğimde elbette duymazdan gelindim. Kapıyı bir adam açtı. Beyaz saçlarını arkaya yatırmış, gözlüklerini polo yaka tişörtünün yakasına takmış. Görmeyeli çok yaşlanmış, hatta sanki boyu kısalmış. Yine de yaşına göre oldukça heybetli bir duruşu var. Yüzüme baktı:
-Firuzan gerçekten sen misin? İnanamıyorum kocaman kadın olmuşsun.
-Çocuk kalmış olsaydım asıl o zaman inanılmaz olmaz mıydı?
Sırıttı. Bunu onu güldürmek için söylememiştim.
-Lütfen içeri gel.
İçeriye adım attığımda arkamda dikilen adamlar da benimle beraber adım attılar.
-Bu arkadaşları içeri davet etmedin aslında, onlar kapıda beklesinler mi?
-Olur mu, onlar bana olan saygılarından buradayken ben onları kapının önüne koyamam Firuzan.
Gülümser gibi yüzümü buruşturdum.
-Annem nerede?
-Firuzan bak, benim annenin hastalığından haberim yoktu.
Lafını bitirmeden içeriden bize yaklaşan ayak sesleri duyuldu:
-Hayrola Özcan, misafir mi var?
Annem yanımıza geldi. Suratıma yabancı gözlerle baktı:
-Hoş geldiniz hanım kızım, dedi.
Oracıkta dizlerine kapanıp bağıra bağıra ağlamak istedim. Yapamadım. Sarsılmadım bile. Oysa benden geriye kalan her şey yerle bir olmuş gibi hissettim.
-Gülnur, Firuzan Hanım benimle bir iş meselesini konuşmak için gelmiş. Ona çay ikram edebilir miyiz?
-Ederiz tabii, hem bir kuru çayla yollamak olur mu hiç? Ben hemen bir tabak hazırlayayım size.
Güler yüzüyle gözlerimin içine baktı:
-Firuzan, ne güzel isim. Assolist ismi gibi.
O içeri gitti. Ben gülümsedim. Babama döndüm:
-Kadını sığınma evinden kaçırmakla kalmadın, bir de hizmet mi ettiriyorsun?
-Kızım, görüyorsun annenin aklı başında değil. Burada da keyfi yerinde, işte gözlerinle gördün.
-Ha ben bilmiyorum çünkü annemin aklının başında olmadığını değil mi? Ne masallar anlatıp duruyorsun bana? Söyle nasıl buldun da getirdin annemi buraya?
-Ben onu değil, o beni buldu. Telefon numaramı hatırlamış. Aradı beni "Saat kaç oldu sen hala nerelerdesin Özcan? Hiç düşünmüyor musun bu kadın evde şuncacık bebesiyle tek başına ne eder diye?" dedi. Yıllar sonra sesini ilk duyduğum anda tanıdım. Sanki kalbime bir ateş düştü Firuzan. Aklının yerinde olmadığı da belliydi. Nerede olduğunu zor da olsa öğrendim. Görmeye gittim. Saçı başı ağarmış, görmeyeli ne çok yaşlanmış. E biz de yaşlandık elbet. Ama gözleri, gözleri bana otuz yıl öncekiyle aynı bakıyordu ki benim onu orada bırakıp gitmem mümkün değildi. Bak ben size ne büyük haksızlık ettiğimi biliyorum kızım, zamanı da geri alamam. Fakat annen zamanı geri almış. Bana yaptığım hataları düzeltme şansı vermiş. Ben bu şansı nasıl olur da geri teperim? Bak annenin burada keyfi yerinde. Yediği önünde yemediği arkasında, bize müsaade et. İstediğin zaman görmeye gelirsin, istediğin zaman ararsın sorarsın. Ben sana beni affet diyemem. Sadece annenin iyiliği için, bana biraz olsun güvenemez misin kızım?
-Kızım deyip durma bana be! Annem senin yaptığın puştlukları hatırlamıyor diye ben de unutacak mıyım zannediyorsun? Sana güvenmek sokakta rastgele bir adama güvenmekten daha farklı değil benim için. Karşıma geçip "ah kızım vah kızım" diye mavallar okuyunca beni kandırabileceğini düşünüyorsun öyle değil mi? Aynı zamanında annemi kandırdığın gibi. Ben annem değilim Özcan Kara. Bunu sakın aklından çıkarma. Buraya annemi alıp gitmeye geldim, o olmadan da hiçbir yere gitmiyorum.
-Nereye gideceksin Firuzan? Annene bir ev açmayı başaramamışsın. Kadıncağızı kapatmışsın sığınma evine, neredesin ne yapıyorsun belli değil. Belki de bunun için gitti kadının aklı. Bilinçaltında kendini korumak istediği için, başının üstünde bir çatısı olsun istediği için beyni tekrar beni hatırlatmış ona. Olamaz mı? Beni dinle, ben burada krallar gibi yaşatırım anneni. Zamanında gençtim, ne baba olmanın ne koca olmanın altından kalkamadım biliyorum. Size tekrar ulaşmaya da yüzüm yoktu ama kaderde varmış ki siz ulaştınız bana. Sen iste sana da ev açarım, iş bulurum. Bak, şimdi ne iş yapıyorsun diye de sormayacağım sana. Eğer bir kere girince daha çıkmana müsaade edilmeyen bir yola düştüysen, oradan da tutup çıkarırım seni.
Sinirden ellerim titremeye başladı. Annemin elinde tepsiyle içeri girmesiyle birlikte az önce duyduğum bütün lafları yutmak zorunda kaldım. Yumruklarımı sıktım. Allah şahidim olsun, annem olmasaydı arkamdaki iki metre adamlar dahi alamazdı bu yavşak ihtiyarı elimden.
Annem elindeki tepsiyi ortadaki sehpaya koyup babamın yanına oturdu.
-Firuzan hanım kızım, sen de benim gibi türkücü müsün yoksa? Eşimle türkü evinde çıkmak için konuşmaya geldiysen eğer ben sahnemi kimseye kaptırmaya göz yummam onu söyleyeyim.
Kısık gözlerle babama baktım, zoraki bir gülümsemeyle başımı anneme çevirdim:
-Anlayamadım Gülnur Hanım, siz sahne mi alıyorsunuz?
-A ah alıyorum tabii ya, buralarda beni bilmeyen mi var? Siz buranın yerlisi değilsiniz herhalde.
-Yok, elbette sizi tanıyorum. Sesinizin güzelliğine söylenecek söz yok. Yalnızca bu yaşta hala sahneye çıkmaya devam ettiğinizi bilmiyordum.
-Ne varmış yaşımda? Duyan da ihtiyarladım zanneder. Yeni anne oldum diye sahneyi bırakacağımı ummuş olmalısınız. Ne yazık ki beni daha uzunca yıllar sahnede görmeye devam edeceksiniz. Kendinize başka bir ekmek kapısı bulmanız gerekecek Firuzan Hanım.
Annemin gençliğindeki cazgır halini tekrar görmemin mümkün olduğunu nereden bilebilirdim? İşte karşımda oturuyor. Büyük bir duygu karmaşasının içindeyim. Dudaklarım içtenlikle gülümserken gözlerimden yaşlar akmasın diye sıkıyorum kendimi. Bu kadını nasıl da özlemişim. Fakat işte "Firuzan Hanım" diyor bana. Ben çocukken etrafa pençelerini göstererek beni korurdu. Şimdiyse pençelerini bana batırıyor. Yine de soracak olursanız değer mi diye, öyle bir değer ki. Ne de olsa beni tekrar hatırlayacak biliyorum, elbette hatırlayacak.
Annemin keyfini kaçırmak istemedim, inandığı gerçeklikten onu çıkarmaya cesaret edemedim. Nasıl zorla elinden tutup götürürüm ki onu? Söylediği her şeye boyun eğdim. Giderken rahat konuşabilmek için babamdan beni kapıya kadar geçirmesini rica ettim.
-Gerçekten sahneye çıkacağı falan yok öyle değil mi?
Babamdan önce adamlarından biri cevap verdi:
-Sözleşmeye göre sahneyi çıkması icap eder.
-Sıçacağım ama sözleşmenize. Aklınızı mı kaçırdınız? Kadının hali ortada. Şimdi onu alıp götüremiyorum ama her gün kapındayım Özcan Kara. Her gün sükunetle hafızasının yerine gelmesini beklerim, geldiği gibi de tutar kolundan götürürüm. Sahne lafı falan da duymak istemiyorum. (babama bir adım yaklaştım, işaret parmağımı göğsüne bastırdım) Hem sen de böyle bir şeye müsaade etmezsin diye düşünüyorum. Öyle değil mi?
-Gel tabii Firuzan, kapım sana her zaman açık. Annenin hafızası yerine gelirse de, eğer seninle gelmek isterse zorla tutamam onu burada.
"Eğer benimle gelmek isterse"ymiş. Yavşak oğlu yavşak.
-Ama kızım, annen heves etmiş. Ona şimdi nasıl derim sahneye çıkamazsın diye. Hem sözleşmeye göre
Lafını bitirmesine izin vermeden bağırdım:
-Ah! Ne sözleşmeymiş arkadaş. Bu sözleşmeyi imzalatan sen değil misin? Yırtıp atamıyor musun? Madem bir anda kocalık vazifeni yerine getirmeye karar verdin, yapsana bir şeyler.
-Benim eski gücüm kaldı mı sanıyorsun Firuzan? İşler benim de boyumu aşıyor. Mahkemeye kadar giderler, ben ne yapabilirim?
-Kimler gidecek mahkemeye? Arkamdaki bu biblo herifler mi?
-Onların bir günahı yok, onlar da emir kulu.
-Onun günahı yok bunun günahı yok! Hep başkası şeytan hep başkası suçlu! Ben bu kadını korumak için sahneden indirdiğimde daha reşit bile değildim be! O yaşımda bile görüyordum işin şarkı söyleyip eğlenmekten ibaret olmadığını. Şimdi mi izin vereceğim kadının hasta haliyle sahneye çıkmasına?
-Haklısın Firuzan. Aslında bu işi anneni karıştırmadan çözmenin de bir yolu var.
Soran gözlerle babama baktım. Suratında mahcup bir ifadeyle kaşlarıyla beni işaret etti. Hızlıca kafamı arkamdaki adamlara çevirdiğimde onların da gözlerimin içine bakıyor olduklarını fark ettim.
Yorumlar
Yorum Gönder